Ortadoğu barışı ve Türkiye faktörü
Seçim süreci ve sonrasının iyi yönetilmemesi durumunda oluşabilecek siyasî gerginlik ve istikrarsızlık, ülke içinde ve dışında istismarcıların ekmeğine bakın yağ sürecek…
Ortadoğu Barışı söylemi 1990lı yıllarda Batının bir projesi olarak gündemdeydi. Ancak, kastedilen, Ortadoğuda devlet ve halk arasında olması gereken barış değil, öncelikle İsrail devleti ile Filistin yönetimi ve Arap devletleri arasında bir barış idi. Sözde barış. Buna aşağıda değineceğiz.
O yıllarda Yeni Yüzyıl gazetesi vardı. Belirli aralıklarla orada bu konuları da ele alıyorduk. Editör (işinin ehli bir kişi, Aytekin Hatipoğlu), çoğu zaman yazının başlığını, özü en iyi yansıtacak ve biraz da okurun dikkatini çekecek tarzda, yeniden düzenlerdi.Ortadoğu barışı söyleminin gerçeği ifade etmeyip bir imaj unsuru olduğunu vurguladığımız bir yazının başlığını şöyle değiştirmişti: İmajın adı barış, ya gerçeğin adı?
Yazının başlığında isabetle belirtildiği gibi, sözü edilen barış, aslında, Batılı güçlerin kendi barış düzenlerinden başka bir şey değildi, yalnızca onların çıkarlarına hizmet edecekti, Ortadoğuda insanın özgürlük ve refah gereksinimine duyarsızdı. Bu türden gereksinimler henüz talep olarak dile getirilmiyordu. Siyasî ve psikolojik ortam müsait değildi buna. Ulusal ve uluslararası çevre koşulları, Ortadoğuda halkın meydanlarda toplanarak kendi iradesini beyan etmesine, taleplerde bulunmasına elverişli değildi.
Türkiye deneyimi
Türkiye deneyimi, demokrasinin bir siyaset aracı olarak tercih edilebilirliği konusunu gündeme getirmiştir. Hem bölge ülkelerinde hem de Batının bölgeye yönelik politikalarında görülmektedir bu. (Demokrasinin amaç mı yoksa araç mı olduğu sorusunu burada gereksiz görüyoruz. Asıl amaç, insanın özgürlük ve refah içerisinde mutlu edilmesidir. Siyaset bunu sağlamakla görevlidir, demokrasi bu amaca yönelik bir araç sayılır. Dünyada her şey insana hizmet içindir. İnsanın da bunu kavrayıp kendi ödevini ihmal etmemesi
Esas olan budur).
Türkiye tecrübesinin 1970li yılların başından itibaren Necmettin Erbakan tarafından dile getirilen ve zamanla bir siyasal kültür olarak biçimlenen Millî Görüş siyasetine dayandığını söyleyebiliriz. Türkiyeye özgü bir kavram olan Millî Görüşün Arap ülkelerinde, hatta genelde İslâm ülkelerinde İslâmî Görüş şeklinde algılandığı bilinmektedir. 1990ların ortalarında Necmettin Erbakanın Türkiyede başbakan olması, teorik söylemden pratiğe geçişin bir örneği olarak bazı çevrelerde geleceğe yönelik umut ve beklenti oluşturmuş ise de, 28 Şubat müdahalesi sonucunda iktidardan ayrılmak zorunda kalması, söz konusu çevrelerde bazı tereddütleri de beraberinde getirmiştir. Öyle ki demokrasiye inanç bile sorgulanır hale gelmiştir.
Burada meseleye daha geniş perspektiften bakarak, 1991deki Cezayir olayını da düşünmemizde yarar var. Cezayirde İslami Selamet Cephesi (FİS) büyük bir farkla seçimleri kazandıktan sonra hükümeti kurmayı beklerken, ülkedeki yerleşik siyasî irade tarafından seçimler iptal edilmiş ve FİSin önde gelen yöneticileri tutuklanmıştı. Bunun üzerine meydana gelen olaylar ülkeyi iç savaşa sürüklemiş, yabancıların da can ve mal (sermaye) güvenliği tehlikeye girmişti. Bizim konumuzla ilgili olarak ise en dramatik gelişme, FİS taraftarlarının demokratik yollarla siyaset yapma durumu söz konusu iken, bu yolun kapanmasından sonra bunların gerilla tipi silahlı mücadeleye yönelmiş olmalarıdır. Doksanlı yıllarda dünya gündeminde sıklıkla yer alan radikal İslam, İslamî terör gibi kavramlaştırmalar biraz da buradan beslenmiştir.
İşte bu bakımdan Adalet ve Kalkınma Partisinin siyaset sahnesine çıkmasıyla gerçekleşen Türkiye de
Check Also
10 soru 10 cevap polemiği devam ediyor
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan’a 10 soru yöneltti. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Danışmanlarını …